GENOCIDE-1915-ERMENİ SOYKIRIMI

 

Don't Forget!  Unutma, Unutursan Tekrarlarsın!

 

                                    

       

Anasayfa


 

    

 

 

Soykırımın tanınması ne anlama geliyor
 

Prof. Dr.Taner Akçam

Taraf - Istanbul - 17.11.2008

1915’İN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK (2)

Eğer “soykırımın tanınması” konusunda bir farktan söz edilecekse, bunun önümüzdeki dönemde ortaya çıkabileceğinden rahatlıkla söz edebiliriz. Fakat bu farklılaşma, hem Ermenistan hem de diaspora içinde farklı fikirlerin ortaya çıkması biçiminde olacaktır. Ana sorular şunlar olacaktır: “Soykırımın tanınması ne demektir? Tanınması istenen nedir? Tarihe ilişkin bir haksızlığın giderilmesi konusunda Türkiye’nin hangi adımları atması yeterli olacaktır?” Bu sorulara verilecek cevaplara göre, hem Ermenistan’ın içinde hem de diasporanın içinde farklı yaklaşımların ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Fakat konunun bir başka ciddi bir boyutu daha vardır. Bu sorular sadece Ermenistan ve diasporayı, yani Ermenileri ilgilendirmez. Bu sorular belki de daha öncelikle, Türkler ve Türkiye’ye aittir. Ortada bir sorun olduğunu kabul eden ve bu sorunun çözülmesini isteyen Türkiye’deki insanlar da, yukarıdaki sorulara verecekleri cevaplara göre yeni taraflar oluşturacakladır. Bu sorular, Türkü ile Kürdü ile Ermenisi ile bu çatışmaya taraf tüm insanları ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, bu sorulara verilecek cevapların oluşturacağı gruplaşmalar, “Ermeni” ve “Türk” ekseninde şekillenmeyecektir. Sonuçta, etnik kimliklerimizin ötesinde, “Tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleri konusunda ne yapmak gerekir” sorusuyla uğraşıyoruz; bu görülmek zorundadır.

TARİHLE YÜZLEŞME AMA NASIL

Herkes için, hepimiz için ana soru, tarihle yüzleşmenin nasıl yapılacağıdır. Ve önümüzde, iki uç noktasının Japonya ve Almanya örnekleriyle belirlendiği bir yelpaze, bir seçenekler dizini durmaktadır. Japonya örneği, tarihle yüzleşme konusunda, yarımağız “kusura bakmayın” tavrına denk düşer. Bu tür bir yarımağız tarihle yüzleşmenin hiç bir ciddi toplumsal-kültürel ve siyasal anlamı yoktur. Tarihle bu tarz bir yüzleşme, toplum düzeyinde, ciddi bir demokratik hesaplaşma anlamına gelmez. Bu tutumla, toplumda demokratik anlamda pek bir ilerleme sağlanması da mümkün olmaz. Acaba Türk-Ermeni geriliminde, Türkiye eğer Japonya’nın, İkinci Dünya Harbi yıllarında işlediği suçlar nedeniyle özür dilemesi gibi bir tutum takınırsa, bu yeterli sayılmalı mıdır? Tanıma ve yüzleşmekten kastettiğimiz ve beklediğimiz bu mudur?

Almanya seçeneği ise, sarkacın öteki ucunu temsil eder. Bu seçenek, sadece olanı soykırım olarak adlandırmakla yetinmeyip, tarihle yüzleşmenin tazminat dâhil gerekli tüm sonuçlarına katlanmaya hazır olunması anlamına gelir. Eğer Almanya’nın izinden gidilirse, Türkiye, hem 1915’i soykırım olarak tanıyacak, hem de bu soykırımın yol açtığı maddi-manevi yıkımları gidermek konusunda ciddi bir çaba içine girecektir.

Görmemiz gerekiyor ki, önümüzdeki dönemde, bu Japonya-Almanya sarkacında nerede durulması gerektiği konusunda oldukça yoğun tartışmalar yaşayacağız. Ve bu iki uç arasında onlarca, evet onlarca, başka seçenek daha mevcuttur. Bu seçenekler etrafında hem Ermenistan ve diasporada hem de Türkiye’de yeni taraflar ve yeni saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Herkesçe cevabı aranması gereken soru şudur; Türkiye, tarihi ile nasıl yüzleşecek ve 1915 olaylarını hangi tarz ve biçimlerde kabul edecektir? Bu ana soruyu başka sorularla takviye edebiliriz: Geçmişle yüzleşmek, sadece geçmişte yaşanmış bir olay hakkında tavır almak mı demektir? Geçmişle yüzleşmenin bugün açısından anlam ve önemi nedir? Bugünkü ilişkiler demokratikleştirilmeden, örneğin Türkiye’deki Ermeni vatandaşların karşılaştıkları sorunlar çözülmeden tarihle yüzleşmek mümkün müdür? Veya Kürtlerin kültürel-demokratik taleplerinin tanınması ile tarihle yüzleşmek arasında ne tür bir ilişki kurulabilir? Bu ve sayıları arttırılabilecek soruların merkezinde duran, tarihle yüzleşme ile bir toplumda demokratik ilişkilerin kurulması arasındaki ilişki meselesidir.

ÖZGÜRLÜK VE ADALET İLİŞKİSİ

Burada bir parantez açarak, soruna sadece Türk-Ermeni gerilimi açısından yaklaştığımı özel olarak belirtmek isterim. Yoksa tarihle yüzleşme ve tarihte yaşanmış haksızlıklar konusunda açık ve rahat bir tartışma yapmak, Ermeni sorununun ötesine de giden boyutlara sahiptir. Tarihte, hangi, ulus, hangi etnik gruba yapılmış olursa olsun, tüm haksızlıkları aynı perspektiften ele almak ve tartışmak gerekir. Bu bağlamda, Osmanlı devletinin çöküş döneminde Balkanlar’da ve Kafkaslar’da Müslümanların yaşadıkları; başta Rumlar ve Süryaniler olmak üzere diğer Hıristiyan grupların yaşadıkları ve özellikle cumhuriyet döneminde Yahudilerin, Kürtlerin, Alevilerin (ve hatta yakın zamanlarda sol düşünce sahiplerinin) uğradıkları haksızlıklar da, hepsini aynı kategoride değerlendirmeye kalkmamak, aralarındaki nitelik farklarını bilerek ve birbirlerinin karşısına dikmemek koşuluyla, üzerine ciddi olarak tartışmayı hak ederler. Önemli olan, farklı haksızlık türlerini birbiriyle karıştırmayan; bir haksızlığı sadece diğer haksızlıklara karşı çıkmak için gündeme sokmayan; haksızlıkları rekabetçi bir tarzda birbirine karşı kullanmayan; ve bir haksızlığın derecesini azaltmak için, onu diğer haksızlıkla dengelemeye kalkmayan bir zihniyete sahip olabilmektir. Tüm bu hususlar şüphesiz ayrı bir yazı konusudur.

Toplumların tarihleri ile yüzleşmesi, o toplumlardaki özgürlük ve adalet sorunlarıyla doğrudan ilgilidir. Konunun özgürlük boyutu genel olarak bilinir ama adalet boyutu genellikle ihmal edilir. Türkiye’de birçok aydınımız, Ermeni sorununun esas olarak bir fikir özgürlüğü meselesi olduğunu savunmaktadır. Bu bakışa göre, ana sorunu teşkil eden konuya ilişkin, başta ceza hukukumuz olmak üzere, mevcut olan yasaklardır. Eğer bu yasaklar ortadan kalkar, Türkiye demokratik olur ve konu hakkında özgürce konuşmaya başlarsa, sorun esas olarak çözülmüş olacaktır. “Soykırımın tanınması” talebine öfke duyulmasının altında yatan nedenlerden biri de meselenin sadece bazı özgürlüklerin sağlanması olarak görülmesi ve adalet boyutunun gözardı edilmesidir.

Oysa, tarihle yüzleşmek sadece tarihte yaşanmış haksızlık üzerinde özgürce konuşabilmek ile sınırlı değildir. Hatta özgürlükle ilişkinin dolaylı bir ilişki olduğu da iddia edilebilir. Çünkü, tarihte işlenmiş bir haksızlığın giderilmesi, esas olarak özgürlüğün değil, adaletin alanına girer. Özgürlük, elbette, haksızlığı giderecek adaletin sınırlarını tesbit edebilmek için yapılması zorunlu özgür tartışma için gereklidir. Fakat görmek gerekir ki, bugün Batı’da birçok demokratik toplumda özgürlükler vardır, tarihî haksızlıklar üzerine özgürce tartışılır ama, bu haksızlıkların giderilmesi anlamında, adalet sorunu çözülmemiş olarak durur. Bütün büyük devletlerin sömürgeleri ile ilişkileri; sömürgecilik dönemlerindeki soykırım ve katliamlar; Amerika’da kölelik vb. hâlâ adalet kapsamında, hâlâ bu toplumların gündemindedir. Dolayısıyla, “Ermeni sorunu,” Türkiye’de üzerinde serbestçe konuşma özgürlüğüne sahip olsak bile varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Haksızlıkların giderilmesi amacıyla gündeme getirilecek “adalet” esas olarak iki farkı içeriğe sahiptir. Birincisi, “cezai adalet”tir. “Cezai adalet” esas olarak fail gurubunu hedef alır. Olaylara katılmış ve sorumluluk almış kişilerin cezalandırılması bu adalet anlayışının temelidir. İkincisi, “yapıcı/inşa edici adalet”tir. Bu ise esas olarak kurbanları ve sağ kalanları merkezine alır. Onların yaralarının sarılması bu adalet anlayışının merkezinde durur. Bizlerin yapmamız gereken, tarihimizdeki haksızlıkların giderilmesi için, özgürlük istemenin ötesine geçen, “adaletin sınırlarının” ne olacağı konusunda bir tartışma başlatmaktır. Aradan 100 yıla yakın bir zaman geçtiği için artık “cezai adalet” gündemden çıkmıştır ama “yapıcı-inşa edici adalet”in nasıl sağlanabileceği ciddi bir tartışma konusudur. “Adaletin sınırları” konusundaki bir tartışmanın toplumu demokratikleştirici ve özgürleştirici bir boyutunun da olduğunu elbette eklemek gerekir.

TARİHLE YÜZLEŞMENİN ÜÇ NEDENİ

“Tarihle niçin yüzleşmek gerekir” sorusuna genellikle üç neden gösteririz. Birincisi, tarihle, kitlesel katliamların kurbanlarına insani onurlarını iade etmek için yüzleşiriz. Her kitlesel katliam, imha edilecek topluluğun insan olmaktan çıkartılması ile başlar. Söz konusu gurubun, insanlık onuru ayaklar altına alınır ve onlar, biyolojiden, tıptan alınan tanımlarla, “bakteri”, “parazit”, “mikrop” ve “kanserli hücre” gibi kavramlarla tanımlanırlar. Kurbanlar, sadece sağlıklı bir vücuttan atılacak zararlı maddeler olarak tanımlanmaz; sosyal ve kültürel olarak da aşağılanırlar, insanlık onurları çiğnenir. Yani, kurbanlar, imha edilmeden önce, insan olmaktan çıkartılırlar. Bu nedenle kurbanlara, insanlık onurlarını iade etmek, onlara insan olarak saygı göstermek bizim insanlık görevimizdir. Haksızlıkları giderici tazminat ve benzeri girişimler, kurbanların insanlık onurunu iade edici, tamir edici manevi adımlar olarak anlam kazanır.

İkincisi, tarihle, çatışmaya taraf olan gurupların barış ve özgürlük içinde yanyana yaşamalarını sağlayabilmek amacıyla yüzleşiriz. Eğer çatışmanın tarafları, hâlâ aynı coğrafya üzerinde yaşıyorlar ve yaşamaya da mahkum iseler, birbirlerine saygıyı yeniden inşa etmelidirler. İstikrar ve barış bu saygı temeli üzerinde inşa edilebilir. Çatışan taraflar arasındaki, karşılıklı saygı, barış ve istikrar ortamı ise, ancak taraflar arasında tarih üzerine konuşma ve tartışma ortamının yaratılmasıyla mümkündür. Bölgemiz itibarıyla konuşacak olursak, “tarihle yüzleşmek, bölgesel barış ve istikrarın ön şartıdır” diyebiliriz.

Üçüncüsü, tarihle, ileride benzer türdeki olayların tekrar edilmesine engel olmak amacıyla yüzleşiriz. “Bir daha asla”, Yahudi soykırımından sonra çok sık kullanılan bir slogandı. Ama son on yıllar gösterdi ki, kitlesel katliamlar, Avrupa’nın göbeğinde ve özellikle Afrika’da insanlık tarihinin önemli bir parçası olmaya devam ediyor. Ortadoğu’nun kitlesel katliamlar konusunda, her an patlamaya hazır bir dinamit kutusuna benzediği iddiasına kolayca itiraz edilemez. Eğer, özellikle, kitlesel katliamı organize etmiş devlet-toplum, bu konuda her hangi bir tartışmaya bile yanaşmıyorsa, ortada ciddi bir “tekrar” tehlikesi olduğundan söz edebiliriz. Tarihle yüzleşmek, katliamlar üzerine konuşmak ve tartışmak, bu tür olayların engellenmesi doğrultusunda atılacak adımların başlangıcını teşkil eder.

Elbette yüzleşmek tek başına yeterli değildir. Fakat bir olayı engellemek istiyorsanız, onun niçin yaşandığını, nedenlerinin neler olduğunu ve ortaya çıkış göstergelerinin neler olduğunu bilmeniz gerekir. Eğer bunları bilirseniz, buna göre de tedbirler alırsınız. Bugün, Birleşmiş Milletler bünyesinde, kitlesel katliamların tekrarını önleyecek, kültürel alt yapının nasıl sağlanacağı, ne tür kurumların oluşturulması gerektiği ciddi bir tartışma konusudur. Tarihinde büyük acılar yaşamış bölge insanları olarak bizim de böylesi bir tartışmayı yapmamız kaçınılmazdır.

Sonuç olarak, Türk-Ermeni gerilimine ilişkin kanaatim ve önerim, bu gerilimin yeni bir tarzda kavramlaştırılmasıdır. Yukarıda örneklerini de verdiğim, oldukça yanlış olan ve sorunu tanımlamaktan bile uzak gözüken düşünme tarzlarından vaz geçmek ve soruna çok daha genel bir perspektiften yaklaşmak gerekmektedir.

YENİ BİR PARADİGMA İHTİYACI

En genel hatlarıyla, Türk-Ermeni çatışması bugüne kadar, İmparatorluğun dağılma sürecinde, çeşitli etnik ya da ulusal gruplar arasında ortaya çıkmış sorunlar çerçevesinde ele alındı. Bu sorunların, zaman içerisinde, etnik gruplar arasında toprak ve sınırlar üzerinde yürütülen bir çatışma haline dönüştüğü ve katliamların bu süreç içinde ortaya çıktığı biliniyor. Bugünkü Türk-Ermeni sorununa da bu çerçevede yaklaşılmış ve bu anlamda, geçmişten miras kalmış bir sorun olarak görülmüştür. Benim önerim, her iki toplumun soruna, sadece “geçmişten kalmış bir miras” olarak yaklaşmamaları; konuyu bugünkü demokratikleşme meselelerinin bir parçası olarak ele almalarıdır. Sorun, “dünden kalan” değil, “üzerinde yarının inşa edileceği” bir sorundur.

Bu demektir ki, Türkiye ve Ermenistan, soruna iki komşu devlet olarak, her ikisi de demokrasiye geçiş sürecinde olan iki ülke olarak kendi demokratikleşmelerinin ve bölge ilişkilerinin demokratikleşmesinin bir parçası olarak yaklaşmalıdırlar. Türkiye AB’ye kabul edilmek üzere olan; Ermenistan ise SSCB’den ayrıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan, geçiş sürecindeki ülkelerdir. Bu geçiş sürecinin en temel özelliği, her iki toplumun da, hem geçmişlerini hem bugünlerini; kendilerini ve “ötekinin” kimliğini yeniden tanımlamak zorunda olmalarıdır.

Daha genel ifadeyle, her iki toplum da soruna, demokrasiye geçiş döneminde, yani toplumsal özgürlüklerini geliştirme sürecinde, tarihe ilişkin gerçekleştirilecek adaletin sınırlarının ne olması gerektiği noktasından yaklaşmalıdırlar. Yani demokrasiye geçiş, sadece özgürlük meselesi olarak değil, adalet meselesi olarak da ele alınmalıdır. Demokrasiye geçişte, geçmişe ilişkin sağlanacak adaletin sınırları ne olacaktır? Cevap verilmesi gereken soru budur.

Ana hedef, yukarıdaki üç ilke ışığında soruna çözüm getirebilmektir. Birincisi, geçmişin kurbanlarına insanlık onurlarını iade etmek; onları yeniden insan olarak görerek, anıları önünde saygıyla eğilmek; ikincisi, bölgemizde, karşılıklı saygı temelinde barış ve istikrarı temin ederek birarada yaşamanın koşullarını yaratmak; üçüncüsü, tarihte yaşanmış acıların yeniden yaşanması ihtimalini ortadan kaldıracak bir ilişkiler ağı ve buna uygun düşen bir kültürel zemini yaratabilmektir.

Eğer tarihle yüzleşmeye böylesi geniş bir çerçeveden yaklaşabilirsek, hem bölgemizde demokratik ilişkileri tesis edebiliriz hem de tarihimizde yaşanmış olayların tekrar edilmesini engelleyen ciddi bir kültürel atmosfer yaratabilmiş oluruz.

* Prof. Dr.; Tarihçi